5 Nisan 2010 Pazartesi

Q KLAVYE


Q klavye ya da QWERTY, özellikle İngilizce konuşulan ülkelerde yaygın olarak kullanılan bilgisayar ve daktilo klavyesi.

Q klavyenin patentini, 1874'te Christopher Latham Sholes tarafından almış [1] ve Sholes aynı yıllarda QWERTY'nin patentini daktilo işleriyle uğraşan E. Remington and Sons şirketine satmıştır. Günümüzde NASA, Sholes'un anısına, bir astroidi "6600 Qwerty" olarak adlandırmıştır.

Ancak Q klavye standardı ne İngilizce ne de başka bir dile uygun olarak geliştirilmiştir. Sholes, icat ettiği yazı makinesinin mekanik harf kollarından herhangi ikisi aynı anda kağıda doğru havalandığında sıkışmaya neden olduklarını fark eder. Sholes bu problemin çözümü için, kullanıcının yazım hızını yavaşlatmak üzere harflerin yerlerini alabildiğine karıştırarak en çok kullanılan harfleri elin en zor ulaşabileceği yerlere yerleştirmeyi uygun görür ve Q klavye adını verdiğimiz harf dizilimi ortaya çıkar.


Türkçe'de sık kullanılan tuşların F klavyedeki dağılımı
Türkçe'de sık kullanılan tuşların Q klavyedeki dağılımıBir söylentiye göre de ilk üretilen yazı makinesinin adı “Sholes & Glidden Type Writer” olarak geçer. Buradaki “Type Writer” kelimelerini oluşturan harflerin tamamı Q klavyenin en üst sırasında yer almaktadır. Böylece satıcılar, bir kağıda kolayca “Type Writer” yazarak ürünlerinin yeteneğini karşılarındakine gösterme şansı bulmaktadırlar.

Klavyenin adı üstündeki harflerden gelir. "Q klavye" adı, harflerin sol üst köşesindeki "Q" harfinden gelir. "QWERTY" adı ise sol üst köşeden sağa doğru 6 harfin yan yana getirilmesiyle meydana gelmiştir.

Bilgisayarlar çıktıktan sonra da daha önceden on parmak yazmayı öğrenenlerin işini zorlaştırmamak amacıyla aynı dizge korunmuştur.

Q Klavyenin bu rastgele harf dizilimi İngilizce yazımı zorlaştırdığından İngilizce'ye uygun bir standart geliştirmek için Washington State Üniversitesinden Prof. Dr. August Dvorak, 1932 yılında İngilizce’de çok kullanılan harflerin klavyenin en kolay ulaşılabilir yeri olan orta sırasına toplandığı bir klavye dizilimi önerir. Dvorak’ın araştırmalarına göre, sekreterlerin parmakları gündelik yazı işleri sırasında Q klavyede 16 mil yol alırken Dvorak klavyesinde sadece 1 mil yol almaktadır.

Ancak daktilo ustalarının Q klavyeye olan mevcut alışkanlıkları ve piyasanın Q klavye tarafından çoktan istila edilmiş olması nedeniyle ve 40 milyon daktilonun değiştirilme maliyeti ortaya çıkınca Dvorak’ın klavyesi yayılamaz ve kaybolup gider.

Q Klavye standardı Türkiye'de bilgisayarların yaygınlaşmasıyla birlikte yaygın olarak kullanılmaya başlanmıştır, ancak Türkçe'ye uygun değildir. Çünkü Q klavyede, Türkçe'de en çok kullanılan harfler, uygunsuz bir biçimde yerleşmiş durumdadır.

Bu nedenle İhsan Yener başkanlığındaki biliminsanları, araştırmaları sonucu F klavyeyi meydana getirmişlerdir. F klavye, Türkçe'ye en uygun klavye dizgesidir. [2]

F KLAVYE


F klavye, Türkçe için özel olarak geliştirilmiş bir klavye çeşididir. Bilimsel temellere dayalı standart bir Türk klavyesi geliştirilmesinin zorunluluğuna inanan İhsan Yener, bu konuda 1946'dan itibaren daktilo öğretmeni sıfatı ile sürdürdüğü çalışmalarının dikkate alınmasını ancak 1955'te başarabilmiş. Yabancı uzmanlarla da pekiştirilmiş İhtisas Komisyonu'nca oluşturulan On parmak yöntemi ile Türkçe için uygun Klavye'yi 20 Ekim 1955'te Bakanlıklararası Standardizasyon Komitesi'ne Standart Türk Klavyesi olarak onanmış.

Türkiye'deki tüm daktilo makinelerinin Milli Klavye'ye dönüştürülmesi, 1963 yılında Gümrükler Kanunu'na eklenmesi ve 1974 yılında Türk Standartları Enstitüsü tarafından Zorunlu Standart olarak onanmasıyla kesinleşmiştir. 25 yıllık bir mücadelenin sonunda kendisine inananların da yardımları ile o günlerde 'Klavye İnkılabı' olarak anılan bu standardizasyonu gerçekleştiren İhsan Sıtkı Yener, bu sebeple F Klavyenin Babası olarak da anılmaktadır

22 Mart 2010 Pazartesi

Erzurumlu Kara Fatma


1888’de Erzurum’da doğdu. Subay Suat Derviş Bey ile evlenip Balkan Savaşı’na katıldı.I. Dünya Savaşı’nda Kafkas Cephesine gitti.1919'daki Kongre günlerinde, Mustafa Kemal'le bizzat görüşebilmek için Sivas'a gitti.Bu görüşmenin ardından, Milis Müfreze Komutanı olarak Batı Cephesinde görevlendirildi. 300 kişiyi aşkın birliği ile Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nde Mehmetçikle birlikte destanlar yazdı. Büyük Taarruz’un ilk günlerinde General Trikupis‘in birliğine esir düşmüşse de, kaçarak yeniden müfrezesinin başına geçmişti.Kahraman kadın Kurtuluş Savaşı’ndan sonra “üstteğmen” rütbesi ile emekli oldu. Emekli maaşını Kızılay’a bağışladı. 1954 yılında TBMM kendisine yeni aylık tespit etti.

Eşini yitiren 70. Alay Komutanı Hâfız Hâlid Bey, 8 yaşındaki kızı Nezahat'ı kimseye emanet edemeyip, yanına almıştı. Küçük Nezahat Çanakkale cephesinde muharebe havasına alışmış, Alay İzmit'e nakledildiğinde talimlere katılarak mükemmel at binmesini, silah kullanmasını öğrenmiş ve 12 yaşında "onbaşı" rütbesini almıştı. Babasının yanında cepheden cepheye koşmuş, çarpışmalara girmiş ve 100'den fazla düşman askeri öldürmüştü. Nezahat Onbaşı 30 Ocak 1921 yılında T.C.’nin İstiklal Madalyası ile ödüllendirilmesi önerilen ilk vatandaşıdır ve bu öneri TBMM’ de hararetle kabul edilmiş, ancak Kurtuluş Savaşı’nın hengamesi içinde işleme konulamamış, daha sonra da kararın yerine getirilmesi unutulmuştu. TBMM’nin “Şükran Belgesi’ne” 65 yıl sonra 78 yaşında bir nine iken kavuşmuştu.

Satı Çırpan


Kadınların ilk kez oy kullandığı T.B.M.M. 5. Dönem seçimleri 8 Şubat 1935'te yapıldı ve 17 kadın milletvekili ilk kez meclise girdi. Satı Kadın Ankara'dan Miletvekili olarak seçildi. Ara seçimlerde bu sayı 18'e ulaştı.
Satı Kadın 1890'da Kazan'da doğdu. Milli savaşta malûl olmuş bir askerin eşiydi. Beş çocuğu vardı. Çiftçilikle uğraşan Satı Kadın hususi eğitim gördü. Seçildiğinde Kazan Köyü muhtarıydı. Bir dönemAtatürk'le HatırasıSait Arif Terzioğlu’nun “Yazılmayan Yönleriyle Atatürk” adlı eserinden alınmıştır.
Ankara'da yakıcı bir yaz günü idi. Atatürk beraberinde arkadaşları ve yaverleri olduğu halde Kızılcahamam’a giderken kazan köyü yakınlarında durmuş ve otomobilinden inmişti. Köyün kadını, genci, yaşlısı, ihtiyarı köylerin içinden geçen, şosede duran bu yabancı konukları görünce hep koşuştular. Kimi su seyirtti, kimi ayran, bunlardan biri, güğümünden aktardığı soğuk ayranı Ata'ya uzattı:
- Bir soğuk ayran içer misiniz, dedi.
Bu çorak iklimin kavurduğu yüzünde bronzlaşmış Türk kadının en bariz ifadelerini taşıyan, bir Türk Anası idi. Böğrüne sıkıştırdığı kundağı biraz daha bastırdıktan sonra, sağ elindeki ayran bardağını uzattı, bekledi. Ata, ayranı kana kana içmiş ve biran durakladıktan sonra ona: milletvekilliği yaptı

Nazife Kadın


Nazife Hanim, büyük bir aile çevresine sahip. Babasi Erzurumlu Gemalmazoglu 'larindan, annesi Lütfiye Hanim Çemisgezekli. Anne tarafi Akkoyunlu'larin uç beylerinden. Büyük arazi ve çiftliklere sahip olan aileden Lütfiye Hanim'in babasi Istanbul'a tasinmis. Sehzadebasi'nda oturan aile, hali ticareti ile ugrasiyormus. Lütfiye Hanim'in iki kiz, iki erkek kardesi varmis. Nazife Hanim'in babasinin babasi ise devlet memuru: Defterdarlik görevi yapiyor. Nazife Hanim'in babasi Cemal Bey , Istanbul Hukuk Fakültesi'ni bitirdikten sonra, 16 yasindaki Lütfiye Hanim ile evleniyor. Savci olan babasinin tayini Amasya'ya çikiyor.
Sinan'in annesi Nazife Hanim, hukukçu bir baba ile ev kadini bir annenin ilk çocugu olarak 1913'te Amasya'da Yesilirmak'in kenarinda bir evde dogmustur. Cemal Bey, 1914 yilinda Maras'a daha sonra da Agir Ceza Reisi olarak Mugla'ya tayin edilir. Aile geldiginde Mugla, Italyan ve Yunan isgali altindadir. Mustafa Kemal önderliginde, Kurtulus Savasi baslamistir. Kurtulus Savasina destek olmak amaciyla isgalcilere karsi Türkiye'nin her bölgesinde Kuvay-i Milliye komiteleri olusturulur. 15 Kasim 1919 Cumartesi günü, Kursunlu Cami avlusunda toplanan Mugla halki, Yörük Ali Efe ile 75 zeybeginin denetiminde Mugla IV. Kuvay-i Milliye Komitesi'ni seçer. Komite su kisilerden olusturulur: Aksehirlizade Mehmet Hilmi Efendi (Genel Baskan), Hamza Bey (Üye), Müftüzade Sadettin Bey (Üye), Agir Ceza Reisi Erzurumlu Cemal Bey (Üye), Bekir Aga (Üye), Serif Efendi (Üye), Mercanzade Hamdi Bey (Üye), Haci Abdurrahmanzade Ethem Efendi (Üye), Dügerekli Hafiz Mehmet Efendi (Üye), Karahafizoglu Hakki Efendi (Üye), Kökçüzade Osman Efendi (Üye), Haci Arapzade Mehmet Ali Efendi (Üye). 1919 Aralik ayinda komite yeniden seçilir ve Cemal Bey, IV. Kuvay-i Milliye Baskani; yani, Sinan'in anne tarafindan dedesi bir gerilla komutani olur. Cemal Bey, Mugla IV. Kuvay-i Milliye Reisi olarak isgalci güçlere karsi halki örgütlemeye baslar. Cemal Bey, zaman zaman kaybolur gider, geri döndügünde davul-zurna ile karsilanir. Cemal Bey, Mugla bölgesinde halki isgalcilere karsi örgütlemek için bölgeyi dolasirken, Lütfiye Hanim da, evinde komsu kadinlarla isgalcilere karsi savasan Kuvay-i Milliyecilere elbise diker. Cemal Bey, bu çalismalari yaptigi bir sirada Mugla'dan Aydin'a tayin edilir. Fakat Aydin isgal altinda oldugu için aile, Çine'ye tasinir. Cemal Bey, isgalcilere karsi mücadelesine Çine'de de devam eder. Bu dönem, Aydin'da Yunan isgaline karsi direnenlerden birisi de Ittihatçilardan ''Galip Hoca'' takma adiyla taninan Celal Bayar 'dir. 2 Eylül 1922'de Aydin Yunanlilar tarafindan tamamen yakilir. 7 Eylül günü Aydin, 9 Eylül günü Izmir isgalcilerden kurtarilir. Safha safha Kurtulus Savasi'ni görmüs, yasamis olan aile, bundan sonra, Çine'den Aydin'a gelir. Alti kardesin en büyügü olan Nazife Hanim, ilkokulu Aydin'da, ortaokulu Izmir'de bir Fransiz okulunda yatili okur. Izmir Kiz Lisesi'ni yatili ögrenci olarak okuyan Nazife Hanim, 1932-1933 ögretim döneminde Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe bölümüne kaydini yaptirir. Üniversite ögrenciligi boyunca düzenli olarak L'Humanite gazetesini okur. Siirlerini çok sevdigi için Nâzim Hikmet'i görmek amaciyla, Sultanahmet Adliyesi'ndeki durusmasina gider. Fakat adliyede, Nâzim Hikmet'in durusmasini izlemek isteyen kalabalik bir topluluk olmasi nedeniyle durusma kapali celse yapilir. 1936'da üniversiteden mezun olan Nazife Hanim, bir bayan arkadasiyla Almanya'ya gezmeye gider. 3 ay Almanya'da kaldiktan sonra Türkiye'ye dönen Nazife Hanim, Ankara'ya giderek Milli Egitim Bakanligi'na ögretmen olmak için basvurur. Nazife Hanim, Ankara'da Kiz Meslek Yüksek Ögretmen Okulu'na ögretmen olarak atanir

Kılavuz Hatice


8 Mayıs 1920 tarihinde Pozantı’ya sıkıştırılan Fransızlar çok kritik bir duruma düşmüşlerdi. Zira, etrafı kuşatmış olan Türk kuvvetlerinin yapacakları taarruz, kendilerinin yok edilmesine sebep olabilirdi. Fransız kumandanı buhranlı dakikalar geçirmekteydi. Bu sırada, bir Hızır gibi yetişen genç bir Türk kadını, güya ufak bir ücret mukabilinde Fransızları bu müşkül durumdan kurtarmayı kabul etmişti... Kendilerine sözde kılavuzluk ederek Türkler tarafından ihmal edilmiş bir istikâmetten onları selâmete çıkaracaktı.Kararlaştırılan saatte harekete geçen Fransızlar; gece karanlığında –güvendikleri bu Türk kadının kılavuzluğunda– onlar için meçhul bir semte doğru gidiyorlardı. Güneş ışımağa başlayınca kılavuzların ortada görülmediğini farkeden Fransızlar o civarın en ârızalı bir yerine, Karaboğazı’na sıkıştırdıklarını büyük bir acı ile anlamakta gecikmediler. Ama, iş işten geçmişti. Tam bu sırada, başlayan Türk taarruzu vaziyetin vehametini büsbütün arttırmış ve Fransızlar için tek ümit, Karaboğazı’nı vurup geçmek olmuştur. Ancak bu hareketin başlaması ile beraber çok kuvvetli bir yaylım ateşine maruz kalan Fransızlar’ı, bu baskını yapan müfrezeye bir kadının kumanda ettiğini dehşetle görmüşlerdi. Bu kadın, kendilerine kılavuzluk eden kadından başkası değildi. Ve onun cesaret ve mahareti sayesinde bu Fransız kuvveti tamamen esir edilmiş, küçük de olsa bir çıban ortadan kaldırılmış oldu

Nene Hatun


Erzurum'daki Aziziye Tabyası'nın savunulmasında kahramanca çalışarak adını tarihe yazdıran Türk kadınıdır. Aziziye savunmasına 20 yaşlarında genç bir gelinken, küçük yaştaki oğlunu ve 3 aylık kızını evde bırakarak katılmıştır.
Nene Hatun 1857 yılında Erzurum'da doğdu. 1877 yılında 8 Kasım9 Kasım'a bağlayan gece, Osmanlı vatandaşı olan Ermeni çeteleri Erzurum'un Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini uykuda yakalayıp kılıçtan geçirdiler. Bu sırada arkadan gelen Rus askerleri ise hiçbir zorlukla karşılaşmadan tabyayı ele geçirdiler. Baskından yaralı olarak kurtulan bir er haberi Erzurumlulara ulaştırdı. Sabah ezanından hemen sonra "Moskova askeri Aziziye Tabyası'nı ele geçirdi" şeklinde minârelerden Erzurum halkına haber verildi. Bu haberin ardından Erzurum halkından silahı olan silahını, olmayanlar ise balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya'ya doğru koşmaya başladılar. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan Nene Hatun da vardı. Ağabeyi Hasan bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti . Nene Hatun üç aylık bebeğini emzirdikten sonra, "Seni bana Allah verdi. Ben de Ona emânet ediyorum." diyerek vedâlaştıktan sonra bir kaç saat önce ölen ağabeyinin tüfeğini alarak sokağa fırlamıştı.
Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyası'na doğru koşuyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda şehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Göğüs göğüse bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Rus ordusu, baltalı-tırpanlı, taşlı-sopalı halk karşısında yarım saat tutunabildi. 2300'e yakın Rus askeri öldürülüp, Tabya geri alınmıştır. Türk tarafında ise 1000 kadar şehit verilmiştir.
Nene Hatun o günleri özetle şöyle anlatmıştır:
Ağabeyim Hasan cepheden ağır yaralı olarak bir gece önce eve gelmişti. Bir yandan ona bakarken, bir yandan da 3 aylık çocuğumu emziriyordum. Kardeşim o gece kollarımın arasında öldü. Sabaha karşı minarelerden 'Moskof Aziziye'ye girdi' diye haykırışlar başlayınca, kardeşimin alnını öpüp, 'Seni öldüreni öldüreceğim' diye and içtim. Yavrumu Allah'a emanet ettikten sonra, ağabeyimin tüfeğini ve satırımı alıp dışarı fırladım. Sel gibi Aziziye'ye akıyorduk. Tabyanın mazgallarından düşman ölüm yağdırıyordu. Düşmanda iyi silah vardı, bizde de iman. İleri atıldım. Dadaşlar arasına karıştım. Satırım durmadan kalkıp iniyordu.
Başka bir hikâyesinde cepheye babası kardeşi ve kayınbiraderi gider. Onlar gittikten hemen sonra Türkleri kılıçtan geçirmişler haberini alır ve küçük oğlunu bırakarak evden cepheye doğru yol alır. Cephede ilk önce babasının sonra kayınbiraderinin ve kardeşinin cesedini gördükten sonra eve geri döner ve bıraktığı 3 aylık oğlunun karnının ermeni askerleri tarafından deşilmiş olduğunu görür. Eline bir keskin bir budama makası alıp evden dışarı çıkar ve 17 ermeni askerini öldürür.
Tabya'nın geri alınmasının ardından, aralarında Nene Hâtun'un da bulunduğu yaralıların tedâvisine başlandı. Fakat bu sırada Nene Hâtun yaralı olmasına rağmen diğer yaralıların tedavisini yapmak için çalışmıştır. Nene Hâtun bu özverisiyle tanınıp, saygı ile sevilmiştir.
Nene Hatun'un vatan için gece başlayan mücâdelesi, tüm düşman Erzurum'dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum'un her karış toprağında cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaştı. Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın zaferinde Nene Hâtun'un ve onun vatan aşkını paylaşan bütün insanların da payı vardı.
Ölümünden bir yıl önce kendisini ziyaret eden NATO'da görevli Amerikalı subayın bir sorusuna: "Ben o zaman gereken şeyi yapmıştım. Bugün de gerekirse aynı şeyi yaparım" cevabını vermişti.
1955 yılında yılın annesi seçilmiştir.
98 sene yaşadığı Erzurum'da 22 Mayıs 1955'de zatürre hastalığından dolayı 98 yaşında vefat etmiştir. Nene Hatun, kurtuluş mücadelesini verdiği Aziziye Tabyası'na defnedilmiştir. Türk Kadınlar Birliği tarafından ölümünden birkaç ay önce yılın annesi seçilmiştir.
-

Afyon kalesi


Afyonkarahisar şehir merkezinde volkanik özellikli, yerden yüksekliği 226 metre olan doğal yükseltili bir kaya kütlesi üzerindedir. M.Ö. 1350 yıllarında Hitit imparatoru II. Murşil zamanında Arzava seferinde mustahkem mevki olarak kullanılmış olan kale önce Hapanuva; Roma ve Bizans dönemlerinde Akroenos; Selçuklular'dan itıbaren ise Karahisar adı ile anılmıştır. Tarihi dokusu korunamamış olsada hala eski kalıntılar mevcSelçuklu sultanı I. Alaeddin Keykubat'n hazineleri bu kalede saklandığından, kale Hisar-ı Devlet olarak da adlandırıldı. Selçuklu vezirlerinden Sahip Ata Fahrettin Ali döneminde kalenin ismi Karahisar-ı Sahip oldu. 1573'te burayı tamir ettiren II. Selim ise yörede yetiştirilen meşhur afyondan ötürü kaleye Afyonkarahisar adını vermişti.[1]uttur.

Safranbolu Evleri


Safranbolu evleri, Karabük iline bağlı Safranbolu ilçesinde, 18. ve 19. yüzyıl Osmanlı kent dokusunun günümüze kadar korunduğu bölgenin genel adıdır. UNESCO tarafından 17.12.1998'de Dünya Kültür Mirası listesine alınmıştır. Safranbolu evlerinin Osmanlı döneminde yumurta akından yapıldığı ve çok uzun süre depreme dayandığı rivayet edilir. Bu evlerin bir depreme dayanma özelliği de toprağın dibine yapılmamasıdır.Safran bolu evleri birbirinin önünü kapatmaz.

Peri Bacaları


Peribacası, vadi yamaçlarından inen sel sularının ve rüzgarın, tüflerden oluşan yapıyı aşındırmasıyla ortaya çıkan oluşum.
Peribacaları konik gövdeli olup, tepe kısımlarında bir kaya bloku bulunmaktadır. Çapları ise 1 m ile 15 m arasında değişmektedir. 1 m'den küçük olan ve 15 metreden büyük olan oluşumlar peribaSel suları dik yamaçlarda kendine yol bulurken, sert kayaları çatlatarak aşındırır. Bitki örtüsünün özelliklerine göre aşınan malzeme peribacası olarak isimlendirilen şekillerin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Alt kısımlarda bulunan ve daha kolay aşınan malzeme derin bir şekilde oyulduktan sonra, üst kısımlarda yer alan şapka şeklinde duran bir parça ve aşınmadan korunan konik biçimli gövdeler ortaya çıkar.
Peri bacalarının oluşumunda, rüzgar etkisinden çok yağmur sularının yüzeydeki akışı daha önemlidir. Yağmur sularının etkili ve güçlü yüzey akıntısı olarak gelişmesine ise en önemli etken bitki örtüsünün azlığı ve tüflerin geçirimsiz olmasıdır.
Şapkalı peribacaları, konik gövdeli ve tepe kısımlarında bir kaya bloku vardır. Gövde tüf, tüffit ve volkan külünden oluşmuş kayaçtan, şapka kısmı ise lahar ve ignimbirit gibi sert kayaçlardan oluşmaktadır. [1] Peribacasının oluşumu için ilk koşul, şapkayı oluşturan kaya türünün gövdeyi oluşturan kaya topluluğuna oranla daha dayanıklı olmasıdır. Şapkadaki kayanın direnci peribacalarının ömrünü belirler. Ayrıca şapka bloku olan kaya, zayıf tüfün erozyonunu geciktiren ve peri bacalarının yüksekliğini kontrol eden bir unsurdur.cası olarak değerlendirilmemektedir.

Pamukkale


Pamukkale, yeraltı kaynak sularının içerdiği kireçten oluşmuş havuzlar. Denizli ilindedir. 2700 metre uzunluğunda ve 160 m yüksekliktedir. Parlak beyaz rengiyle Pamukkale'yi 20 km uzaklıktan görmek mümkündür. Ayrıca Pamukkale'de antik havuz, antik tiyatro, Arkeoloji Müzesi gezilmesi gereken yerlerdendir. Tepesinde Roma'dan kalma Hierapolis adlı kutsal antik şehir bulunur. 5-10 km yakınında Laodikya antik kenti bulunur. 5 km ilerisinde ise uluslararası bir termal merkez olan Karahayıt köyü vardır. Karahayıt'ta termal turizm ve kaplıca hizmeti verilmektedir.UNESCO tarafından belirlenen DÜNYA MİRAS LİSTESİnde yer almaktadır.

Ihlara vadisi


Aksaray'a 40 km uzaklıktadır. Ihlara Vadisi, Hasandağı'volkanından püskürtülen lavların akarsu aşındırması sonucunda oluşan cemal şekilli bir vadidir. Melendiz çayı, milyonlarca yıllık bir sürecin sonunda, 14 kilometre uzunluğunda ve yüksekliği yer yer 110 metreye ulaşan kanyon görünümlü bu vadiyi meydana getirmiştir. Bu çatlaklardan yol bulan kanyonun bugünkü halini almasını sağlayan Melendiz çayına ilk çağlarda Kapadokya ırmağı anlamına gelen "Potamus Kapadukus" denilmekteydi. 14 km uzunluğunda ki vadi Ihlara'dan başlar, Selime'de son bulur. Vadinin yüksekliği yer yer 100 -150 m dir. Vadi boyunca kayalara oyulmuş sayısız barınaklar, mezarlar ve kiliseler bulunmaktadır. Ihlara vadisi'nde kiliselerdeki süslemeler VI.yüzyılda başlayarak XIII. yüzyılın sonuna kadar devam etmiştir.
Bazı barınaklar ve kiliseler yeraltı şehirlerinde olduğu gibi birbirine tünellerle bağlantılıdır.

sümela manastırı


Sümela Manastırı, Trabzon ili, Maçka ilçesi, Altındere köyü sınırları içerisinde yer alan Panagia (Meryemana) deresinin batı yamaçlarında Mela (Yunanca 'siyah') tepesi üzerinde deniz seviyesinden 1.150 m yükseklikte yer alan bir Rum manastır ve kilise kompleksi olup, tam adı Panagia Sumela (Παναγία ΣKilisenin MS 375-395 tarihleri arasında inşa edildiği sanılmaktadır. Anadolu'da sıkça rastlanılan Kapadokya kiliseleri tarzında yapılmış, hatta Trabzon'da Maşatlık mevkiinde benzeri bir mağara kilisesi daha vardır. Kilisenin ilk kuruluşu ile manastır haline dönüşümü arasındaki bin yıllık dönem hakkında fazla bir şey bilinmemektedir. Karadeniz Rumları arasında anlatılan bir efsaneye göre Atina'lı Barnabas ile Sophronios adlı iki keşiş aynı rüyayı görmüşler; rüyalarında, İsa’nın öğrencilerinden Aziz Luka’ın yaptığı üç Panagia ikonundan, Meryem'in bebek İsa’yı kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olarak Sümela'nın yerini görmüşler. Bunun üzerine birbirlerinden habersiz olarak deniz yoluyla Trabzon'a gelmiş, orada karşılaşıp gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmış ve ilk kilisenin temelini atmışlardır. Bununla birlikte manastırdaki fresklerde sıkça yer alıp, özel bir önem verilen Trabzon İmparatoru Alexius III. Komnenos'un (1349-1390) manastırın gerçek kurucusu olduğu sanılmaktadır. [1]
14. yüzyılda Türkmen akınlarına maruz kalan kentin savunmasında ileri karakol görevi üstlenen manastırın statüsünde Osmanlı fethinden sonra bir değişiklik olmamıştır. Yavuz Sultan Selim'in Trabzon’da ki şehzadeliği sırasında iki büyük şamdan buraya hediye ettiği, Fatih Sultan Mehmed, II. Murat, I. Selim, II. Selim, III. Murad, İbrahim, IV. Mehmed, II. Süleyman ve III. Ahmed'in de manastırla ilgili birer fermanları bulunmaktadır. Osmanlı döneminde manastıra sağlanan imtiyazlar, Trabzon ve Gümüşhane bölgesinin İslamlaşması sırasında özellikle Maçka ve kuzey Gümüşhane'de Hristiyan ve gizli Hristiyan köyleri ile çevrili bir alan yaratmıştır.[2]
18 Nisan 1916’dan 24 Şubat 1918’e kadar süren Rus işgali sırasında Maçka civarındaki diğer manastırlar gibi bağımsız bir Pontus devleti kurmak isteyen Rum milislerin karargahı olmuş, nüfus mübadelesi ile bölgedeki Hristiyanların Yunanistan'a gönderilmesinin ardından önemini yitirerek T.C. Kültür Bakanlığı tarafından yakın zamanda onarılana dek kaderine terkedilmiştir. [3]
Yunanistan'a mübadele ile göçen Karadenizli Rumlar Veria kentinde Sümela adını verdikleri yeni bir kilise inşa etmişlerdir. Her yıl Ağustos ayında tıpkı geçmişte Trabzon Sümela'da yaptıkları gibi yeni manastırın çevresinde geniş katılımlı şenlikler düzenlemektedirler.ουμελά) veya Theotokos Sumeladır.